AL-İ İMRAN 96 / 97 |
إِنَّ
أَوَّلَ
بَيْتٍ
وُضِعَ
لِلنَّاسِ
لَلَّذِي بِبَكَّةَ
مُبَارَكاً
وَهُدًى
لِّلْعَالَمِينَ
{96} فِيهِ
آيَاتٌ
بَيِّـنَاتٌ
مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ
وَمَن
دَخَلَهُ
كَانَ
آمِناً
وَلِلّهِ
عَلَى النَّاسِ
حِجُّ
الْبَيْتِ مَنِ
اسْتَطَاعَ
إِلَيْهِ
سَبِيلاً
وَمَن كَفَرَ
فَإِنَّ
الله
غَنِيٌّ
عَنِ
الْعَالَمِينَ {97} |
96.
Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan, alemlere mübarek ve
hidayet olmak üzere kurulan o Evdir.
97.
Orada apaçık alametlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur.
Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır. Artık kim inkar ederse, bilsin ki doğrusu Allah, alemlere muhtaç
değildir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;
1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid:
2- Mekke Adı Nereden Gelmektedir:
3- Mübarek Ev:
4- Apaçık Alametlere Sahip Bir Ev:
5- Beyt-i Haram ın Güvenliği:
"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i
haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkar ederse, bilsin
ki, muhakkak Allah alemlere muhtaç değildir."
1- Allah'ın insanlar üzerindeki Hakkı:
Beyt'inin Haccedilmesi:
2- Hac Fevrl midir (imkan Bulunulan ilk
Fırsatta mı Haccetmelidir)?
3- Hac Bütün insanlara Farzdır:
4- Güç Yetirebilme (istita'a):
5- Haccı Engelleyen Sebepler:
6- Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli
Nakit Bulamayan Kimse:
7- Hasta ve Kötürümün Durumu:
8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan
Bağışı Kabul Edebilir mi?
9- Haccetme imkanı Olmakla Birlekte
Haccetmemenin Hükmü ve Cezası:
1- Yeryüzünde Kurulan
ilk Mescid:
Müslim'in Sahih'inde Ebü
Zer'den şöyle dediği sabit olmuştur: Ben Rasülullah (s.a.v.)'a yeryüzünde
kurulan ilk mescide dair soru sordum, O; "Mescidi Haram'dır" diye
buyurdu. Sonra hangisidir? diye sorunca, o: "Mescid-i Aksa" diye buyurdu.
Bu sefer ben; İkisi arasında ne kadar (zamanlık bir süre) vardır? diye sordum,
şöyle buyurdu; "Kırk yıl.
Hem diğer taraftan yerin
tümü senin için bir mesciddir. Namaz vakti nerede girerse orada namaz
kıl."
Mücahid ve Katade dedi
ki: Beyt-i Haram'dan önce herhangi bir mescid kurulmuş değildir. Ali (r.a) da
şöyle demiştir: Beyt-i Haram'dan önce birçok evler vardı. Yani ibadet
maksadıyla kurulmuş ilk ev, odur.
Mücahid'den de şöyle
dediği nakledilmektedir: Müslümanlarla yahudiler karşılıklı olarak övündüler. Yahudiler:
Beytü'I-Makdis Ka'be'den daha faziletli ve daha büyüktür. Çünkü peygamberlerin
hicret ettiği yer orasıdır ve O, Arzı Mukaddes'tedir dediler. Müslümanlar da
şöyle karşılık verdi: Hayır, Ka'be ondan daha faziletlidir. Bunun üzerine Yüce
Allah bu ayeti kerimeyi indirdi.
Bundan önce Bakara
Süresi'nde (127'nci ayetin tefsirinde) Beyt'in inşa edilmesine ve onu ilk inşa
edenlere dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Mücahid der ki: Şanı
Yüce Allah, bu Beyt'in yerini, yeryüzünden herhangi bir şeyi yaratmadan ikibin
yıl önce yaratmıştı. Hiç şüphesiz onun temelleri, en aşağıdaki yedinci arza
kadar inmektedir. Mescid-i Aksa'yı ise, Süleyman (a.s) bina etmiştir. Nitekim
Nesai tarafından sahih bir isnadla kaydedilen ve Abdullah b. Amr yoluyla gelen
hadisde de böyle ifade edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Süleyman b. Davud (a.s) Beytü'I-Makdis'i inşa edince Yüce Allah'tan üç
husus diledi. Yüce Allah'tan vereceği hükümlerinin kendi hükmüne uygun
düşmelerini söylemesini istedi; bu isteği ona verildi. Yine Yüce Allah'tan
kendisinden başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini istedi, bu
da ona verildi. Yüce Allah'tan Mescid'in inşasını bitirince de buraya yalnızca
onda namaz kılmak arzusuyla kim gelirse, mutlaka onu günahlarından -annesinin o
kimseyi doğurduğu gibi- kurtarılmasını diledi, bu da kendisine verildi.
Bu durumda bu iki hadis
(son naklettiğimiz hadis-i şerif ile, başlığın başında nakledilen hadis-i
şerif) arasında bir iş kal (çelişki) görülmektedir. Çünkü, Hz, İbrahim ile Hz,
Süleyman arasında uzun yıllar geçmiştir. Tarihçilere göre bin yıldan fazla bir
zaman geçmiştir. Bu çelişki şöyle açıklanmıştır: İbrahim ile Süleyman (ikisine
de selam olsun) başkalarının temelini atmış olduğu mescidlerin binalarını
yenilemişlerdir. Beyt -i Haram'ı ilk bina edenin önceden de geçtiği gibi Adem
(a.s) olduğu söylenmiştir. Buna göre, onun çocuklarından başka birtakım
kimselerin Beyt-i Haram'dan kırk yıl sonra Beytü'I-Makdis'i bina etmiş olması
mümkün görünmektedir, Aynı şekilde meleklerin de Allah'ın izin vermesi üzerine
Beyt'i bina etmiş olmaları da mümkündür. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Ali b, Ebi Talib (r.a)
da şöyle demiştir Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina etmelerini
ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hz, Adem'in yaratılışından önce
olmuştu, Daha sonra Hz. Adem, bu evin yapabildiği kadarını bina etti ve onu
tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı. Sonra da onun
inşasını İbrahim (a.s) tamamladı.
2- Mekke Adı Nereden
Gelmektedir:
Yüce Allah'ın:
"Mekke'de bulunan....dır" buyruğu, "Doğrusu" nun haberidir.
Baştaki "lam" da te'kid içindir. "Bekke," Beyt'in yerinin
adı, "Mekke" ise şehrin sair bölümlerinin adıdır. Bu açıklama, Malik
b, Enes'den nakledilmiştir. Muhammed b, Şihab da şöyle demektedir: Bekke
mescidin adı, Mekke Harem bölgesinin hepsidir. Bunun kapsamına evler de girer.
Mücahid der ki: Bekke ile Mekke aynı şeylerdir, "Mekke"nin başındaki
bu "mim" harfi (Bekke'nin başındaki) "b" harfinin yerine
(bedel olarak) gelmiştir. Nitekim araplar "Yapışkan çamur" derken,
"b" harfi yerine (...) da derler. Bu açıklamaları da ed- Dahhak ve
el-Muerric dile getirmişlerdir.
Diğer taraftan şöyle de
denilmiştir: "Bekke" izdiham anlamına gelen "Bekk"den
türetilmiştir. Bu şehire "Bekke" adının verilmesi ise, insanların
tavaf ettikleri yerde izdiham etmelerinden dolayıdır. Aynı zamanda bu mastar,
boyunun ezilmesi, bükülmesi manasına da gelir.
Şöyle de açıklanmıştır.
"Bekke"ye bu adın veriliş sebebi, orada haksızlık, zulüm ve isyana
kalkışmaları halinde zorbaların boyunlarını ezmesinden dolayıdır. Abdullah b.
ez-Zübeyr der ki: Buraya herhangi bir zorba kötülük etmek kastıyla geldi mi,
mutlaka aziz ve celil olan Allah onun boynunu kırar ve onu ezer.
"Mekke"ye
gelince, Bu şehire bu ismin veriliş sebebinin suyunun azlığı olduğu söylendiği
gibi, buraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı Zorluklar
dolayısıyla kemikten adeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla
karşılaşmasından ötürü verilmiştir. Bu açıklama Arapların kemiğin içinde
bulunanları çıkartmayı ifade etmek üzere kullandıkları (...): Kemiğin
içindekini Ciliğini) çıkardım, tabirinden alınmıştır.
Aynı şekilde deve
yavrusunun annesinin memesindeki sütü tamamen emip içmesini anlatmak üzere;
(...) ifadesini kullanırlar. Şair de şöyle demektedir: "Emdikçe emdi,
sonunda içlerinde süt diye bir şey bırakmadılar."
Mekke'ye bu ismin
veriliş sebebinin, orada zulme sapan kimseleri helak etmesi ve imkanlarını
eksiltmesi olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Mekke'ye bu ismin
veriliş sebebi, insanların orada ıslık çalıp gülmeleridir. Bu da Yüce Allah'ın:
"Onların, Beyt'in yanındaki duaları ısük çalmaktan ve el çırpmaktan
ibaretti" (el-Enfal, 35) buyruğundan alınmış bir açıklamadır. Ancak tasrif
(Arapçada kelime türetme kuralları) böyle bir açıklamayı uygun
göstermemektedir. Zira (...): Mekke kelimesi son iki harfi aynı (muzaaf) bir
kelime iken, ıslık çalmak ise sülasi ve illetlidir.
3- Mübarek Ev:
Yüce Allah:
"Mübarek ... olmak üzere" buyruğu, orada amellerin kat kat fazlasıyla
mükafaatlandırılışı dolayısıyla mübarekliğini ifade etmektedir.
Bereket; hayrın çokluğu
demektir. "Mübarek" kelimesi, ya "Kurulan" kelimesindeki
zamirden, yahut da: "Mekke" kelimesinden anlaşılan zarftan hal olmak
üzere nasb edilmiştir. Anlamı şöyle olur: Mekke'de bulunan ve mübarek olan
evdir, şeklindedir. Kur'an-ı Kerim'in dışında bu kelimenin: (...):
Mübarek" şeklinde ikinci bir haber olarak, yahut da (...) dan bedel, ya da
bir müpteda takdiri ile (haber) olması da mümkündür.
"Alemlere ... ve
hidayet olmak üzere ... " buyruğu da öncekine atfediImiştir. "Ve o
alemler için bir hidayettir" anlamında da olabilir. Kur'an-ı Kerim'in
dışında "Beyt"e sıfat olmak üzere mecrur olarak (...) şeklinde
kullanılması da mümkündür.
4- Apaçık Alametlere
Sahip Bir Ev:
Yüce Allah'ın:
"Orada apaçık alametler ... vardır" buyruğu, müpteda ya da sıfat
olarak merfu' dur. Mekkeliler, İbn Abbas, Mücahid ve Said b. Cübeyr ise
"apaçık ayetler" anlamındaki buyruğu tekil olarak "Apaçık bir
ayet" diye okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir.
Bunlar derler ki: İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir ayettir.
Mücahid ise, Makam-ı
İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve,
Rükün ve Makam'ın, Haremin ayetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır.
Diğer kıraatlerde ise,
"Apaçık alametler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alametlerle
Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatimi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast
ederler.
Ebu Cafer en-Nehhas der
ki: Bunu çoğul olarak "apaçık alametler" anlamında okuyanların
kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alametlerdendir.
Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde
avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koştıklarında av hayvanı Harem sınırına
girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemende
bolluk olacağı, eğer Rüknü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde bolluk
olacağı, Beyt'in tamamını kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş atılan
Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam etmesi
de bu alametler arasındadır.
"Makam"
kelimesi ise, Arapların; (...): Ben bir yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden
alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi,
"mukam: kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair
açıklamalar daha önce Bakara Suresi'nde (125'nci ayet, 3. başlıkta) geçtiği
gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna
dair açıklamalar da geçmişti.
"Makam"
anlamındaki kelimenin merfu' gelmesi de mübteda oluşundan dolayıdır. Haberi ise
hazfedilmiştir. ifadenin takdiri: "Onlardan birisi de Makam-ı
İbrahim'dir" şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.
Muhammed b. Yezid'den,
"makam" kelimesinin "alametler" anlamındaki kelimeden bedel
olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır
ki, bu görüşe göre buyruğun anlamı: "alamet (ler) Makam-ı İbrahim ...
dir" anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir
husustur. Nitekim şair Züheyr şöyle demiştir: "O, dişi devenin üzerinde su
taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki, bütün bunlar o
deveyle beraber gitmiştir. Yine o devenin, su kaplarının üzerinde asılması
gereken yerleri ve ipleri de vardır.
Ayrıca bir yük ve bir su
kovası da. Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak yerlere kadar akar gider."
Ebu'l-Abbas'ın görüşüne
göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar"
anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: 'Allah
kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur. "(el-Bakara, 7) Şair de (bu
kabilden olmak üzere) şöyle demektedir: "Şüphesiz ki kapağında hastalık
bulunan gözler ... "
Burada şair
("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf kelimesini
çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da: "Hac
bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir" anlamında rivayet edilen hadis
pekiştirmektedir.
5- Beyt-i Haram ın
Güvenliği:
Yüce Allah'ın:
"Kim. oraya girerse emin olur" buyruğu ile ilgili olarak Katade
şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alametlerindendir. en-Nehhas
der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun çevresinden
kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu. Oysa
Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır.
Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin Fil sahiplerine ne
yaptığını görmedin mi?" (el-Fil, 1)
Meani alimlerinden (yani
Meani'l-Kur'an'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Ayet-i kerime
şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya giren
kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
''Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz yoktur.
"(el-Bakara, 197) Bu ise, refes yapmayın, fasıklık etmeyin, kötü söz
söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen imam Nu'man b. Sabit
(Ebu Hanife) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını gerektiren bir
günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına alır.
Çünkü Yüce Allah: "Kim. oraya girerse emin olur" diye buyurmakta,
böylelikle Şanı Yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini gerekli
kılmaktadır. Bu husus aralarında İbn Abbas'ın ve başkalarının da bulunduğu
seleften bir topluluktan rivayet edilmiştir.
İbnü'l-Arabi der ki:
"Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır.
Birincisi, bu görüşe
sahip olan kimse, ayet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu ayet-i kerimeyle
gelecekte de böyle bir hüküm tesbit etme kasti güdülmediğini anlayamamıştır.
İkincisi ise, burada sözü geçen eman ve güvenliğin önceden olup bittiğini,
bundan sonra da Harem bölgesinde öldürme ve çarpışmanın vukua geldiğini, Şanı
Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki olmayacağını
bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle olduğunun
delilidir. Ebu Hanife, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle demektedir: Eğer
Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez, onunla herhangi bir
muameleye girilmez ve konuşulmaz. Ta ki oradan çıkıncaya kadar. Onun bu şekilde
çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve emanı söz konusu
etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Harem
bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat bu durumda da yine
güvenlik altında olmak sözkonusu değildir."
İlim adamlarının cumhuru
Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber
(s.a.v.)'da Ka'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b.
Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi.
Derim ki: es-Sevri,
Mansur'dan o, Mücahid'den, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona
had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme
sığınacak olursa, onunla konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Ta ki, Harem
bölgesinden çıkıp ona had uygulanınca ya kadar. Bu, eş-Şa'bi'nin de görüşüdür.
İşte Küfelilerin delili budur. İbn Abbas bunu, ayetin ifade ettiği manadan
anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir.
Doğru olan ise Yüce
Allah'ın bu buyrukla Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen
herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken,
Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?"
(el-Ankebut, 67) Cahiliyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan
herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın
izniyle Maide Süresi'nde (97. ayet 2. başlıkta) geleceği üzere- emin olup
güvenlik altına girerdi.
Katade der ki: Oraya
cahiliyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür.
Rivayet olunduğuna göre,
inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'an'da: "Kim. oraya
girerse emin olur" denilmiyor mu? Biz oraya girdik, şunu şunu yaptık,
bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. ilim adamı ona: Sen
Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen
bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O, kendi sözüne itaat eden kimselere:
Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona ilişmekten kendimi uzak
tuttum, demiş olmuyor mu? inkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş:
işte Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu da
böyledir.
Yahya b. Ca'de der ki:
"Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, ateşten emin olur
anlamındadır.
Derim ki: Yahya b.
Ca'de'nin bu sözü, umumi anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in
Sahih'inde Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan Şefaat hadisinde şöyle
denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyamet gününde
mü'minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haklarını sonuna
kadar vermesini istemek için yalvardıklarından daha çok, sizden hiçbir kimse
Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç
tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri
çıkartın, denilir...''
Oraya girenin ateşten
emin olması hac ibadetlerini yapmak ve Yüce Allaha yakınlaşmak üzere oranın
hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu
olur.
Cafer es-Sadık der ki:
Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi
niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. işte Hz.
Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık
etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır.
Hacc-ı Mebrur'un cennetten başka bir mükafatı da yoktur."
el-Hasen: Hacc-ı Mebrur,
kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış olarak
dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir: "Ey Allah'ın Ka'besi,
muhtac olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası!
O kimse ki,
arkadaşlarından ve meskeninden vedalaştı da; Korku ve ümit arasında geldi.
Eğer Allah lütfedip
sa'yini kabul ederse, Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o. Ve sen şefaati
umulan kimselerdensin Artık Vafid b. Haccac (kinaye yoluyla kendisini
kastediyor)'a sen de merhamet eyle!"
Buyruğun anlamının: Kim
Umretu'l-Kaza esnasında Muhammed (s.a.v.) ile birlikte oraya girerse emin olur,
şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın: ''Andolsun
Mescid-i Haram 'a -inşaallah- korkusuzca ve emin olarak...
gireceksinizdir" (el-Feth, 27) buyruğudur.
Burada "kim"
lafzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve ayeti kerimenin av hayvanlarının
güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir
görüştür. Bununla birlikte "kim" anlamına gelen "men" ism-i
mevsülunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında kullanıldığına şu buyruk
delil gösterilebilir: "Onlardan kimisi de karnı üzere yürür
(sürünür)." (en-Nur, 45)
[ - ]
Yüce Allah'ın: "Ona
yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır. Kim inkar ederse, bilsin ki, muhakkak Allah alemlere muhtaç
değildir." Buyruğuna dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde
sunacağız:
1- Allah'ın insanlar
üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi:
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın ... " buyruğundaki "lam" harfi, vacib kılma ve
bağlayıcı emir verme kastıyla getirilen "lam" harfidir. Daha sonra
Yüce Allah bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan
"üzerinde" buyruğu ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse;
(...): Filanın üzerimde şu hakkı vardır, diyecek olursa o, o filanın bu hakkını
te'kid etmiş ve üzerine vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir
te'kid, hürmetini daha bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lafızların en
beliği ile sözkonusu etmektedir.
Haccın farziyeti
hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslam'ın temellerinden birisidir. Hac,
yalnız ömürde bir defa farzdır.
Kimileri ise şöyle
demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (s.a.v.)'a
kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivayet ederler. Ancak bu hadis
batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle bir
kapıyı kapatmaktadır.
Derim ki: Abdurrezzak
dedi ki: Bize Süfyan es-Sevri: anlattı, o, el-Ala b. el-Müseyyeb'den, O,
babasından, O, Ebu Said el-Hudri: rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula
rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa,
şüphesiz ki mahrumdur." Bu ise el-Ala b. el-Müseyyeb b. Rafi' el-Kahili
el-Kufi diye bilinen, muhaddislerin çocuklarından birisinin rivayeti yoluyla
meşhurdur. Bu kişiden, birden çok kişi hadis rivayet etmiştir.
Onlardan kimisi
"her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivayet etmektedir:
el-Ala b. Yunus b. Habbab'dan, O, Ebu Said'den demektedir. Hadis buna benzer
daha farklı rivayetlerle gelmiştir.
inkarcılar haccı kabul
etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya
aykırıdır. Sa'y vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın
Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu kanaatleriyle bütün bu
fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin
herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar Yüce Mevla'nın
mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir
teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler.
Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilahi emirlere uymak olduğunu, bunun
faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre
itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. işte bu husus dolayısıyla Hz.
Peygamber telbiye getirdiğinde: "Buyur, Senin emrin haktır, haktır. Ben de
emrine uyuyorum. Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyur ey hak
olan ilah. "
Hadis imamları da Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.v.) bize bir hutbe
irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten
haccediniz". Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Resulü? diye sorunca, Hz.
Peygamber sustu. Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu: "Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna
gücünüz yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe
siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve
peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helak oldular. Ben size herhangi
bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size
bir şeyi yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lafzı Müslim'e
aittir.
Böylelikle bu hadis şunu
açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek olursa, o
emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı gerektirmemektedir. Bu
ise, üstad Ebü İshak el-İsferayini ve diğerlerinin kanaatlerine hilafen
böyledir.
Rivayette sabit olduğuna
göre, Peygamber (s.a.v.)'a ashabı: Ey Allah'ın Resülü, bizim bu haccımız,
içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm böyledir?
diye sormuşlar. Hz. Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle
oIacaktır" diye buyurmuştur.
İşte bu buyruk: Hac, her
beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bir nassdır.
Hac, Araplarca bilinen
ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan
itaatler ve Haniflikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam
gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir işi
yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (s.a.v.), farz hacdan önce de
hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o
da Hz. İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede
bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'ar-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz
harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz diyorlardı.
Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Süresi'nde (189. ayet, 11.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Derim ki: (Bu hususta)
rastladığım en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (s.a.v.) hicretten
önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş. Çünkü
Hz. Peygamber bununla Hz. İbrahim'in sözü geçen şu nidasına cevap vermiş
bulunuyordu: "Ve insanlar arasında hacca çağır ... "(el-Hac, 27).
el-Kiya et-Taberi de der
ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed (s.a.v.)'ın
şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır" buyruğu varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği, haccın
onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla:
Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur
ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu iddiaya göre- Hz.
İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki,
böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır.
2- Hac Fevrl midir
(imkan Bulunulan ilk Fırsatta mı Haccetmelidir)?
Kitap ve Sünnet, haccın
fevrl (derhal) değil de terahi (ertelenebilir) üzere farz olduğuna delildir.
İbn Huveyzimendad'ın naklettiğine göre, Malik'in mezhebinden (görüşlerinden)
çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şafii, Muhammed b. el-Hasen ve
kendisinden nakledilen bir rivayete göre Ebu yusuf'un da görüşüdür. Maliki
mezhebine mensub müteahhir Bağdad'lı alimler arasında, haccın fevrl olarak farz
olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç yetirmekle birlikte haccın
tehiri caiz değildir. Bu, aynı zamanda Davüd (ez-Zahirl)'nin de görüşüdür.
Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı Yüce Allah, Hac Süresi'nde: "Ve
insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, hem de develer üzerinde her uzak bir
yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 27) diye buyurmaktadır. Hac Süresi ise
Mekke'de inmiştir. Burada da Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin
Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye
buyurmaktadır. Bu süre ise, Medine'de hicretin üçüncü yılında, Uhud gazvesinin
gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Rasülullah (s.a.v.) ise, hicretin onuncu
yılına kadar haccetmedi.
Bu hususta sünnetten
delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimam b. Sa'lebe es-Sa'dı'nin Hz.
Peygamberin huzuruna gelişini anlatan hadis-i şeriftir. Dimam, Peygamber
(s.a.v.)'ın huzuruna gelerek ona İslam'a dair sormuş, Hz. Peygamber de
şehadeti, namazı, zekatı, oruç ve haccı zikretmişti. Bu hadisi İbn Abbas, Ebu
Hureyre ve Enes rivayet etmişlerdir. Hepsinde de hacc'dan söz edilmekte ve
haccın o vakit farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel
ve tam olan rivayet ise Enes yoluyla gelendir.
Bununla birlikte
Dimam'ın Hz. Peygamberin huzuruna geliş zamanı konusunda farklı görüşler
vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu yılda
geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebu Ubeyde el-Vakidı'den Ahzab'ın
geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazve sinin meydana geldiği yıl olduğunu da
nakletmektedir.
İbn Abdi'l-Berr der ki:
Hacc'ın fevri değil de terahı ile farz olduğunun delillerinden birisi de, ilim
adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, iki yıl ve buna benzer bir
süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç
yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde
farz olan haccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır.
Diğer taraftan hac,
bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve
vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da
yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de
değildir. Haccını ifsad edip de sonradan haccını kaza eden kimse gibi de
değildir. İlim adamları güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra
hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun,
dememeyi icma ile kabul etmiş olduklarına göre, haccın eda vaktinde bir
genişlik (muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccın fevri değil de terahi üzere
farz olduğunu anlamış oluruz.
Ebu Ömer der ki: Haccın
terahi ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir sınır
tesbit etmemektedir. Ancak Suhnun'dan şöyle bir rivayet gelmiştir: Haccedebilme
imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir eden kimseye
haccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği reddedilir mi?
diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır, velevki ömründen
altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı aşacak olursa, bu sefer onun
fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir.
Bu ise bir vakit ve
sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşri' etmek
hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir.
Derim ki: Bu görüşü, İbn
Huveyzimendad da İbnü'l-Kasım'dan rivayet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve başkaları
derler ki: Eğer haccı altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir kimsenin vebal
altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına erteleyecek olursa
günahkar olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan azdır."
Sanki bu son on yıllık süre içerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için)
hitabın eda edileceği süre daralmış gibi görülür.
Ebu Ömer der ki: Suhmun
gibi kimileri, Hz. Peygamber'in: "ümmetimin ölümlerinin çokça yaklaştığı
zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek azdır"
buyruğunu delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü
bu ifade, eğer hadis sahih ise, Hz. Peygamber'in ümmetinin çoğunlukla ömrünü
ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar da zamanın
genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin çoğunlukla
rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak, adaleti
ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklığına kat'i olarak
hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır.
3- Hac Bütün insanlara
Farzdır:
İlim adamları Yüce
Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır"
buyruğunda, hitabın onların hepsi hakkında umumı bir hitab olduğunu icma ile
kabul etmişlerdir. İbnü'I-Arabi der ki: "Her ne kadar insanlar umum
lafızların mutlaklığı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu ayet-i
kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi
gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır.
Çünkü küçük çocuk da icma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın
kapsamına girmez. Çünkü köleyi, Yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu
buyruğunun dışına çıkartan, yine ayet-i kerimenin sonunda yer alan: "Ona
yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yol bulabilen birisi değildir.
Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten
engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı için
efendinin hakkını kendi hakkından öncelemiştir. Bu hususta ümmet arasında da,
imamlar arasında da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri
sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur."
İbnü'I-Münzir der ki:
Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim
adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği
sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa,
yine haccedebilmek için imkan buldukları takdirde İslam'ın farz olan haccını
yerine getirmekle yükümlüdürler.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-Berr) der ki: Davud (ez-Zahiri) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile
muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fukaha topluluğuna ve rivayet imamlarına
muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adamlarının cumhuruna göre köle, Yüce
Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır" buyruğundaki umumi hitabın dışında kabul
edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarruf ta bulunma yetkisinin bulunmayışı
ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıyacağıdır. Tıpkı cumayı emreden Yüce
Allah'ın şu buyruğundaki hitabının dışında kaldığı gibi: "Ey iman edenler,
cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya koşun ... "(el-Cumua,
9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları bu kanaattedir. Aynı
şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren hitabın da kapsamı
dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şahidler de (şahidlik etmeye)
çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" (el-Bakara, 282). Köle ise bu hitabın
kapsamına girmemektedir.
Yine küçük çocuk da
"insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumlu luğun) üzerinden
kaldırılmış olması deliline dayanarak Yüce Allah'ın: "
Beyt'i haccetmesi
insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunun kapsamı dışına çıkması
mümkündür. Nitekim kadın da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, cuma günü
namaz için çağrıldığında ... " buyruğunun kapsamına girmez. Halbuki kadın
da iman edenler kapsamına girenlerdendir. İşte kölenin de sözü geçen hitabın
kapsamı dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca bu, Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip
fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın te'vilini
tahrif ettiklerini kabul etmeye imkan yoktur.
Denilse ki: Eğer köle,
Mescid-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne
diye hacc ile mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, icma'a
karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun illeti (sebebi, gerekçesi)
gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de
bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine
kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslam haccı (farz haccı) bakımından herhangi
bir önem taşımadığına delil gösterdik.
Diğer taraftan İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre o, Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğumı
rivayet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa
ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi iken
hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir.
Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi
gerekir.''
İbnü'I-Arabi der ki:
Kimi ilim adamımız işi nisbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac, köle
üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farziyeti
itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kafir idi. Kafirin haccı ise
sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştirilince, bu sefer de hac emrine muhatap
olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir:
1) Bize göre kafirler,
şeriatin fer'i emirlerine de muhataptırlar. Malik'in görüşüne göre bunun böyle
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
2) Köle olmakla birlikte
namaz ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Bununla
birlikte kafirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa, bunlar hiçbir önem
taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması icabeder.
3) Küfür, İslam'a
girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması icabeder.
Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimiz efendinin haklarının öncelikli
olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır. Başarıya ileten
Allah'tır.
4- Güç Yetirebilme
(istita'a):
Yüce Allah'ın: "Ona
yol bulabilen herkesin" buyruğunda yer alan "herkes" anlamındaki
(...) kelimesi, bedelu'l-ba'd minel küll (bölümün bütünden bedeli) olarak (ki,
kül "insanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu nahivcilerin
görüşü budur. el-Kisai ise, bu edatın "hice: hacc etmek" kelimesi ile
ref' mahallinde olmasını caiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri: (...):
... Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi ... " şeklindedir. Bunun şart
olduğu, "bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf
edilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde
bir borçtur, takdirindedir.
Darakutni, İbn Abbas'tan
şöyle dediğini rivayet eder: Ey Allah'ın Rasülü hac her yıl mıdır? diye
soruldu. O da: "Hayır, (farz olarak) gereken bir defa hac etmektir."
Hz. Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye sorulunca, O da:
"Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu hadisi ayrıca Enes,
İbn Mes'ud, İbn Ömer, Cabir, Aişe ile Amr b. Şuayb'dan, O, babasından, O da
dedesi yoluyla da rivayet etmiştir.
Ali b. Ebi Talib
(r.a)'dan, Peygamber (s.a.v.)'dan buyurdu ki: "Ona yol buIabilen herkesin
Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğu ile
ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı
bulabilmendir. ''(Darakutni, II, 218-219)
İbn Ömer'in rivayet
ettiği hadisi, İbn Mace de Sünen'inde, Ebu İsa et-Tirmizi de Cami'inde rivayet
etmiştir. Tirmizi daha sonra şunları söylemektedir: "Bu hasen bir
hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu hadis mucibincedir. Buna göre bir
kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen)
İbrahim b. Yezid ise, el-Huzi el-Mekki'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından
onun hakkında eleştiride bulunmuşlardır
İbn Mace ile Tirmizi
bunu, Veki' yoluyla rivayet etmekle birlikte, Darakutni (II, 217) bunu, Süfyan b.
Said yoluyla rivayet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir: Bize İbrahim
b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbad'dan, O, İbn Ömer'den dedi ki: Bir adam
kalkıp Peygamber (s.a.v.)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, hac ne ile (hangi
şartlarla) vacip olur? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve binek
(ile)." Adam: Ey Allah'ın Resulü, peki hacı kime derler? diye sorunca, Hz.
Peygamber de şöyle buyurdu: "(Taramamaktan dolayı) saçı keçeleşmiş ve koku
kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir başkası kalkarak: Ey
Allah'ın Resulü, ya hac nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber de: "(Hac), acc
ve secc'dir". Veki' der ki: Acc ile telbiye getirmek suretiyle, sesi
yükseltmeyi, secc ile de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu, İbn Mace'nin
lafzıdır.
Haccın vacib olması için
azık ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b. el-Hattab, oğlu
Abdullah, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Said b. Cübeyr, Ata ve Mücahid de
vardır. Şafii, es-Sevri, Ebu Hanife, onun arkadaşları, Ahmed, İshak, Abdulaziz
b. Ebi Seleme ve İbn Habib de bu görüştedirler. Abdüs da bunun bir benzerini
Suhniln'dan nakletmektedir.
Şafii derki: Güç
yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek
durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması
şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm,
binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da
ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması
geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen
kendisi haccedebilen kişinin Kur'an-ı Kerim hükmü gereği haccetmesi farzdır.
Çünkü Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin" buyruğu bunu
gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de
haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzereHas'am'lı kadın dolayısıyla
varid olan hadis-i şeriftir. Bizatihi haccedebilecek kimse -ki, o da bineği
üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten
kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine
getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine
sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek
haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığın! da bulur, yahut da yolda,
mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek icra etmek
suretiyle azığın! kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan,
erkek veya kadın olsun, yürüyerek haccetmesidir. Şafii der ki: Kadına nisbetle
erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde
haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda
dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekse, böyle bir kimsenin hacca
gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur.
Malik b. Enes -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da buluyor ise,
onun farz haccını eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla birlikte yürümeye
gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet azığa sahip ise, onun farz olan haccı
eda etmesi gerekir. Eğer azığa sahip olmamakla birlikte yolda ihtiyaç duyacağı
miktarını kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır. Eğer bizatihi
çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen kimselerden ise,
farz haccı bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet kendisi için
yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan bir kimse
ise, o takdirde farz haccını ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer böyle bir
kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise, onun da farz
olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Malik, gücü yeten kimsenin
haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir. İsterse beraberinde azık ve binek
bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b. ez-Zübeyr, eş-Şa'bi ve İkrime'nin de
görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç birisi olup malı
da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna işçi olarak
çalışması gerekir. Mukatil ona:
Allah insanları Beytine
yürüyerek gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir:
Onlardan herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı?
Hayır, emekleyerek dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun
için vacibtir.
Bu görüşü benimsiyenler,
Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem piyade ve hem de
develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 27) buyruğunu
delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn olup bedeni ibadetlerdendir.
O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık bulmanın da, binek bulmanın
da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine derler ki: Eğer el-Huzi
yoluyla gelen ve azık ile bineği öngören hadis sahih ise, biz bu hadisi
insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve umumi şekildeki
haccedişlerine hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte olsun, Arapçada olsun,
Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla görülen hale uygun
kullanılması çokça görülen bir durumdur.
İbn Vehb, İbnü'I-Kasım
ve Eşheb'in Malik'ten rivayetlerine göre, ona bu ayet-i kerimeye dair soru
sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve
tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Malik'e: Burada kasıt azık ve
binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki
değiL. Bu Yükümlülük, ancak insanların takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık
ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayakları
üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir.
5- Haccı Engelleyen
Sebepler:
Hacca gidecek güç
bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu
ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya
çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı
yoktur.- Yahut kişinin nafakalarını karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çoçuğu
da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı
süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü
bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terah!
üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken
çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) da şöyle
buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri
zayi etmesi, ona günah olarak yeter." Aynı şekilde anne-babanın zayi
olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir şekilde bakacak kimselerin
bulunmaması halinde de kişi için hacca yol bulabilme sözkonusu olmaz. Şayet ona
duyacakları özlem ve kendisi olmadan yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu
engellemek isterlerse, buna önem verilmez.
Koca, hanımını hacca
gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu
alıkoyabileceğidir. Özellikle de haccın fevren olmadığı görüşünü kabul edecek
olursak.
Şayet -daha önce Bakara
Süresi'nde (164. ayet, 5. başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla
yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor
ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla
yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutta namazı kılamayacak kadar başı
dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve
yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Malik der
ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükü ve secde yapabilecek kadar
izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz
kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar mı? Namazı terkeden kimsenin vay haline!
diye ilavede bulunur.
Yolda cana kıymak
istiyen yahut da belli bir sınırı tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir
miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor
ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın
sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafii der ki: Bir tane dahi
vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakıt olur.
Dilenci bir kimsenin
eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine birşeyler verecek
kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce sözü
geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara göre
ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir.
6- Serveti Bulunmakla
Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse:
Engeller ortadan kalkıp
da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birlikte, ticaret malları (emtiası)
varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına hükmedilen
malları hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması) gerekir.
İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bir kırbası bulunuyor, başka bir
şeyi de yoksa, farz olan İslam haccını eda etmek için onu satıp da çoluk
çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın bırakabilir mi?
diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk çocuğunu da sadaka
alacak durumda bırakmalıdır.
Ancak, sahih olan
birinci görüştür. Çünkü Hz, Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü
olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur, Şafii'nin
görüşü de budur.
Şafii'nin mezhebinde
zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını
karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu el-İmla
adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu bulunmasın.
Kimi fukaha da şöyle
demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi
beldesinde ikameti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildir.
Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi
için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi,
meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından
dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa,
ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile
halkı olsun, olmasın farketmez.
Diğer taraftan Şafii,
el-üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir
hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede aile
halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir.
Bu ifadenin zahirinden
anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayrı olarak fazladan
haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara almış
bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının
nafakasından öne almış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri
kadar malı varsa) demiş gibidir.
Arkadaşları (Şafii
mezhebinin alimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve
hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken
kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir.
Şayet ticaret yaptığı
malı bulunup, ondan sağladığı kar, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli gelebiliyor
ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir miktar
harcadığı takdirde, sağladığı karı azalacak ve böylelikle yetecek kadar kar
elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi
gerekir mi, gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır.
Birinci görüş, (gerekir
görüşü) cumhurun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü, bir
kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac
etmek maksadıyla akarın aslını satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir.
İbn Şureyh de der ki:
Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden
alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından
sonra arta kalan malında vaciptir.
İşte bunlar, kişinin
bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair
açıklamalardır.
7- Hasta ve Kötürümün
Durumu:
Hasta ve bineği üzerinde
duramayacak kadar kötürümleşen ve adeta hiçbir şeye güç yetiremediği için
azaları tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme
yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer)
hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı Yüce
Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve
kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir.
Malik der ki: Bir kişi
kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını
karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı
yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan
sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar.
Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi caiz
değildir.
Ancak, ölümünden sonra
yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap
edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da tatavvu
olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın: "Kişi için çalıştığından başkası yoktur"(en-Necm,
39) buyruğunu göstermektedir. Böylelikle Yüce Allah, kişi için çalışıp
çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Her kim:
Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır, diyecek olursa, ayetin
zahirine muhalefet eder. Ayrıca Yüce Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi insanlar
üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunu da delil göstermektedir. Böyle
bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir. Çünkü haccetmek, mükellefin
bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir.
Diğer taraftan hac bir
ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması
halinde, bunun hakkında naiblik (vekalet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak,
Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac
sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine hac edilen kişiyi ve
bu emri yerine getireni." Bunu Taberani, Ebu'l-Kasım, Süleyman b. Ahmed
şöylece rivayet etmektedir: Bize, Amr b, Husayn esSedusı anlattı, dedi ki:
Bize, Ebu Ma'şer anlattı, o, Muhammed b, el-Munkedir'den", deyip hadisin
geri kalan bölümünü zikretmektedir.
Derim ki: Ebu Ma'şer'in
adı Necih'dir. Ve bu, hadis alimlerine göre zayıf bir ravidir.
Yerine hac etmesini emrettiği
takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta, kötürüm ve
oldukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şafii, böyle bir kişi bir bakıma güç
yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur:
Birincisi; kendisinin
yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz
haccı yerine getirmesi gerekir. Bu, Ali b, Ebi Talib (r.a)'in görüşüdür. Ondan
rivayet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir
adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivayet edilmiştir.
es-Sevri, Ebu Hanife, onun arkadaşları, İbnü'I-Mübarek, Ahmed ve İshak da bu
görüştedirler.
İkinci durum ise,
kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun yerine haccedebilecek
bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şafii, Ahmed ve İbn
Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebu Hanife ise,
bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir şekilde-
hac gerekmez, der.
Şafii görüşüne, İbn
Abbas'ın rivayet ettiği şu hadisi delil göstermektedir:
Has'amlılardan bir
kadın, Peygamber (s.a.v.)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın kullarına
haccı farz kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir
ihtiyar iken ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hz, Peygamber: "Evet"
diye buyurdu, Bu husus ise, Veda haccında olmuştu,
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun
üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin,
eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?"
Kadın: Evet deyince, Hz, Peygamber şöyle buyurdu; "Allah'ın borcunun
ödenmesi daha uygundur."
Böylelikle Peygamber
(s.a.v.), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine
haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın
babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek
kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sözkonusudur.
Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi,
gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve
onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle Yükümlü olmadığıdır ve böyle
birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir.
İlim adamlarımız derler
ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle birisi yerine haccetmenin farz
olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat, sadece anne-babaya iyilik
yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevi maslahatlarına dikkat etmeyi, hem
tabiat itibariyle, hem de şer'i yönden onlara menfaat sağlamayı kastetmektedir.
Hz. Peygamber, kadının olumlu bir tepki gösterdiğini, babasına iyilik yapmak
noktasında açıkça görülen samimi bir arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap
ulaştırma isteğini görüp, haccın bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü
tesbit edince, ona bu şekilde karşılık vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber: Benim
annem haccetmeyi adadı, fakat ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac
edeyim mi? diye soran kadına da: "Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin
üzerinde bir borç olsaydı, ne dersin onun borcunu öder miydin?" diye
sorunca, kadın da: Evet diye cevap vermişti.
İşte bunda bu gibi
hususların nafileler ve ölülere iyilik ve hayırlar ulaştırmak kabilinden
olduğuna delalet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber
onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma ile kabul edilen görüşe
göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun velisinin o borcu, kendi öz
malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak bunu ödeyecek olursa, onun
yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen haccetmenin, kadının babası
üzerine farz olmadığının delillerinden birisi de, kadının açıkça belirttiği
"güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç yetiremeyene de hac zaten farz
değildir. İşte bu da böyle bir şeyin vacip olmayacağını ve farz olmadığını
açıkça ortaya koyar. O bakımdan hadisin baş tarafından kat'i olarak nefyolunan
(farziyet) hususunun, sonunda zanni olarak sabit olması mümkün değildir. Zaten
Hz. Peygamber'in: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir layıktır"
ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadisin zahiri üzere olmadığı icma
ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun ödenmesinin önceliği vardır. Ve
öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı icma ile kabul edilmiştir.
Çünkü Ademoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ihtiyacı yoktur. Bu açıklamaları
İbnü'l-Arabi yapmıştır.
Ebu Ömer İbn
Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Malik ve arkadaşlarının görüşüne göre,
Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder. Başkaları da
şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebu Mus'ab şöyle
demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise şöyle
demektedir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac edemeyen
yaşlı kimse ile, haccetmeksizin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek olsa
dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsat varid olmuştur. Ve
böyle bir hac, o kimse için Yüce Allah'ın izniyle yeterli olur. Bu açıklamalar
ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur.
Has'amlı kadının durumu
ile ilgili hadisi, hadis imamları rivayet etmiş olup, bu, el-Hasen'in:
"Kadının, erkeğin yerine haccetmesi caiz değildir" şeklindeki
görüşünü de reddetmektedir.
8- Yol Azığı Bulamayan
Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi?
İlim adamları, icma' ile
şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol azığı bulunmuyor ise, onun
haccetmesi farz değildir. Eğer, yabancı bir kimse kendisine haccedeceği bir
malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet altında kalacağından dolayı
icma' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir.
Bir kişi, babasına bir
mal hibe edecek olursa, Şafii şöyle demiştir: Böyle bir hibeyi kabul etmesi
gerekir. Çünkü evlat, kişinin kendi kazancındandır. Ve bu hususta babaya minnet
sözkonusu edilmez. Malik ve Ebu Hanife ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle
mükellef değildir, derler. Çünkü, böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan
kalkar. Zira bu durumda o, babasını mükafatlandırmış, babasının hakkını
ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
9- Haccetme imkanı
Olmakla Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası:
Yüce Allah'ın: "Kim
inkar ederse, bilsin ki doğrusu Allah, alemlere muhtaç değildir" buyruğu ile
ilgili olarak, İbn Abbas ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani, kim haccın farz
olduğunu inkar eder ve onun yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip
olursa ... demektir. Hasan-ı Basri ve başkaları da derler ki: Şüphesiz,
haccedebilecek gücü olmakla birlikte haccı terkeden bir kimse kafirdir. Tirmizi
de el-Haris yoluyla Ali (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasülullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe
ve azığa sahip olur da haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahudi, ister
hıristiyan ölsün. Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin,
Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye
buyurmaktadır." Ebü İsa (et-Tirmizi) der ki: "Bu, garip bir hadistir.
Biz bunu ancak bu yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur.
Hilal b. Abdullah ise, meçhul bir ravidir. Haris de zayıf kabul edilmektedir.''
Buna yakın bir rivayet
de Ebu Umame ile Ömer b. el-Hattab (r. anhuma)'dan nakledilmektedir.
Abdu Hayr b. Yezid'den,
o, Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) irad
ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, muhakkak Allah
size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır. Kim bunu
yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi, ister
hıristiyan, isterse de mecusi olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim bir
yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü
bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da
gelmeyecektir. ''
İbn Abbas da dedi ki:
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her kimin yanında kendisini hacca
ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekat düşen bir malı
bulunup da onun zekatını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi
isteyecektir." Ey İbn Abbas, biz bu cezanın kafirler hakkında sözkonusu
olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Bu
hususta ben de size Kur'an-ı Kerim'den bir bölüm okuyayım: ''Ey iman edenler,
mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu
yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir, Her hangi birinize
ölüm gelip de: Rabbim beniyakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka
verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakitgelmeden evveL, Bizim size
verdiğimiz rızıktan infak edin. "(el-Münafikun, 9-10)
el-Hasen b. Salih,
Tefsir'inde der ki: "(Beni döndül'ün) ki, zekat vereyim, hac edebileyim
(diyecektir, anlamındadır)".
Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet edildiğine göre, bir adam kendisine bu ayet-i kerime hakkında soru
sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac eder de bundan bir sevap
ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkar
etmiş olur
Katade, el-Hasen'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer (r.a) dedi ki: Ben, belli başlı
şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar, malı bulunduğu halde
haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye bağlasınlar.
İşte Yüce Allah'ın:
"Kim inkar ederse bilsin ki, doğrusu Allah, alemlere muhtaç değildir"
buyruğu bunu anlatmaktadır.
Derim ki: Bu buyruk,
haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek sadedindedir. Bundan
dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime şunu ihtiva
etmektedir: Her kim gücü yettiği halde haccetmeksizin ölecek olursa, onun
hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine haccetmesi yeterli
olmaz. Çünkü, başkasının haccetmesi, üzerinden farzı kaldırmış olsaydı,
elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Said b. Cübeyr de der
ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek olsa, gidip onun cenaze
namazını kılmam.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN